Allah’a Kulluk Etmek ve Mutlak Özgürlük

Rasthaber – Bazıları,
Batı kültüründen ilham alarak, özgürlüğü en büyük insani değer sıfatıyla, mutlak
bir şekilde kabul etmekte ve insan için en büyük değerin özgürlük olduğunu
düşünmektedir. Bunlar kendilerini İslam’a, hükümlere ve İslam kurallarına bağlı
bilmelerine ve dindarlık iddiasında bulunmalarına karşın, ısrarlı bir şekilde
bu Batısal değeri savunmakta, onlardan öne geçmekte ve kraldan çok kralcı
olmaktalar. Bu, kuşkusuz bir şekil sentezciliktir. Eğer bu kesim ile mantıksal
olarak tartışmamız icap ederse, onlara İslam’ın esasının Allah’a tapınmak
olduğunu söylememiz gerekecektir.
Andolsun,
biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve tağuttan kaçının.” (diye tebliğ etmesi
için) bir elçi gönderdik.1
Sadece
İslam’ın değil, her ilâhî dinin esası, Allah’a halis bir şekilde kulluk etmektir.
Bir din mensubunun, bir Müslümanın veya bir Yahudinin yahut bir Hristiyanın,
ilâhî dinden başka bir anlayışının olması düşünülebilir mi? Biz, zaman ve
mekânın gerekleri uyarınca gelen hükümler dışında, İslam ile diğer tevhidî
dinlerin genelde ve itikat usullerinde bir olduğuna inanmaktayız. Eğer bu
alanda bir ihtilaf görülüyorsa, bu bazı ilâhî dinlerde yapılmış olan tahriften
kaynaklanmaktadır. O hâlde İslam’da en büyük değer, insanın Allah’ın halis kulu
olmasıdır. Bu bir hakikat olup Allah Teâla tarafından Kur’ân’da birçok ayette
beyan edilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Oysa
onlar, dini yalnızca O’na halis kılan hanifler (Allah’ı birleyenler) olarak
sadece Allah’a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermekten
başkasıyla emrolunmadılar. İşte en doğru din budur.2
Haberin
olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah’ındır.3
Kim
ihsanda bulunan (biri) olarak yüzünü (kendini) Allah’a teslim ederse, artık
gerçekten o kopmayan bir kulpa yapışmıştır.4
İnsan,
kendini Allah’ın kulu bildiği, Allah’ın kulu olmayı en büyük değer saydığı ve
kendisini tam bir şekilde O’nun inisiyatifine bıraktığı hâlde, mutlak özgürlüğe
inanabilir mi? Gönlünün istediği her şeyi değer olarak kabul edebilir mi? Bu
ikisi birbirleriyle uyuşup bir araya gelebilir mi? Eğer ben gerçekten İslam’ın
hak ve ilâhî bir din olduğuna ve onu kabul etmek gerektiğine inanıyorsam ve bir
Allah’ın olduğuna, O’na tapmanın, her şeyi O’nun inisiyatifine bırakmanın
gereğine ve O’nun iradesine tabi olmanın zorunluluğuna inancım varsa, mutlak
bir şekilde özgür olmam ve istediğim şekilde yaşamam gerektiğine nasıl
inanabilirim? Bu iki anlayış birbirleriyle nasıl uyuşabilir? Böyle bir iddiaya
sahip olanlar, ya bilmeyerek sentezciliğe yakalanmakta, ya kalpten İslam’a
inanmamakta, ya diğerlerini aldatmak için bunu söylemekte, ya da bu iki
anlayışın gerçekte birbirleriyle uyuşmadığını dikkate almamaktadır. Böyle
olmaksızın insan, nasıl olur da bir taraftan “Ben tam olarak ve bütün
varlığımla Allah’ın iradesine teslimim.” der ve öte taraftan da kendisi için
mutlak özgürlüğü savunarak “Gönlüm neyi isterse onu yaparım.” diyebilir? Bu
anlayış yani insanın mutlak özgürlüğe inanması Batılıların batıl düşüncesinin bir
ürünüdür. Batı’da Hristiyanlığa inanan bir grup, kendi dinlerine inanmakla
birlikte -ki belki de fıtri yönelişlerinden veya ortam ve dinî terbiye şeklinin
tesirinden dolayı dinlerini bırakamamışlardır- belirli deliller veya bazı
şüpheler sonucunda insanın mutlak özgürlüğü gibi bir takım düşüncelere
yönelmişlerdir. Şüphesiz böyle iddialarda bulunan kimseler konuşmalarına
delilsiz ve hiçbir açıklama yapmaksızın başlamazlar.
Hitap
ettiği kimselere çekici olmak ve sözünün kabul edilir olduğunu göstermek için
şöyle başlamakta: “Bir güvercini bir kafesin içine koyup, o kafesi de demir bir
kafesin içine bıraksalar mı daha iyidir, yoksa güvercinin uçabilmesi ve
istediği yere gidebilmesi için kafesin ağzını açmaları mı daha iyidir? En iyi
ve istenilenin, güvercinin özgür olup uçması olduğu açıktır. Neticede bizim
üzerinde konuştuğumuz özgürlük bu özgürlüktür.” demektedirler.
Öncelikle
bizim toplumumuzda din ölçü alınarak hazırlanmış bir kâmil kanunlar çerçevesi
bulunmaktadır. Sonra bunun içine velayet-i fakih ile irtibatlı kanunlar
konulmuştur. Bunun içinde İslami Şûra Meclisi’nin tasvip etmiş olduğu kanunlar
bulunmakta ve aynı şekilde “Düzenin Maslahatını Teşhis Etme Kurulu”
yerini almakta ve nihayet “Koruyucular Konseyi” tasvip edilmiş
kanunları gözden geçirmektedir. Böyle bir yapılanma gerçekte kafes içine kafes
koymaktır! En iyi kanun, insanlara istedikleri gibi davranmaya, istedikleri
şeyi söylemeye ve genel olarak mutlak özgürlüğe sahip olmalarına izin veren
kanundur. Tabiî olarak birinci kanun kafes ve ikinci kanun da özgürlüktür.
Bizim üzerinde durduğumuz şey, diğer kültürlerden aldığımız inanç, fikir ve
görüşlerle karşılaşma durumunda, ilk
önce bunların kökenlerini bulmak için çalışmamız, sonra da bunların İslami
düşünceyle uyuşup uyuşmadığına bakmamızdır. Eğer uyuşurlarsa iyidirler,
uyuşmadıkları takdirde ise, bunları bir kenara bırakmalı ve kendi dinî
esaslarımıza yönelmeli ve onları kültürümüzün, fikirlerimizin ve inançlarımızın
temeli ve esası kılmalıyız.
——————————————–
1-
Nahl / 36
2-
Beyyine / 5
3-
Zümer / 3
4-
Lokman / 22